Bu yazı, www.countercurrents.org sitesinde yer alan Robert Riversong imzalı The Thermodynamics Of An Intelligent Living Universe adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için site yönetiminden izin alınmıştır.
Evrenin neden var olduğunu, bir amacının olup olmadığını ve varsa bu
amacın ne olduğunu, ondan önce bir "şeyin" olup olmadığını, fiziksel
uzayın ötesinde bir İlahi İrade veya Kozmik Zeka olup olmadığını
bilemeyiz; muhtemelen de hiç bilemeyeceğiz. Ama bildiğimiz bazı şeyler
var.
Evrendeki "büyük patlamanın" 13,7 milyar yıl önce gerçekleştiğini
biliyoruz (ancak bu, başka bir evrenin sıkışma sonrası geri tepmesi
olabilir). Bildiğimiz anlamdaki yaşamın, en azından yerel olarak, bu
sürenin yaklaşık üçte birinde var olduğunu biliyoruz. Bunu biraz
düşünün. Biz (yaşam kendini yenilediği için asli anlamda "biz") fiziksel
evrenin üçte biri yaşındayız. Şimdiye kadar çoktan olgunlaştığımızı
düşünebilirsiniz.
Keşfettiğimiz (ya da icat ettiğimiz) doğa "kanunları" içerisinde en evrensel olanı Termodinamiğin İkinci Yasasıymış
gibi görünüyor: Bütün enerji sistemleri geri döndürülemez ve
değiştirilemez bir şekilde maksimum entropiye (moleküler kaos) doğru yol
alır. Yani, evren çözülmektedir. Hatta, bizdeki zaman algısını
sağlayan, maddenin düzenden düzensizliğe doğru olan tek yönlü akışıdır.
Bu, evrenin sonsuz karmaşıklığını fazlasıyla basite indirgemek gibi
görünse bile, bilimsel çalışmaların özü, karmaşık süreçlerini yöneten
basit yasaları bulmaktır. Dünyanın en büyük harikalarından bazılarını
yaratmış olan sanatçı ve mucit Leonardo da Vinci, en büyük karmaşıklığın
basitlik olduğuna inanırdı. Akıl almaz derecede karmaşık teoriler
üzerinde kafa yoran Albert Einstein da bize, "Her şeyi mümkün olduğu
kadar basit yapın ama daha basit yapmayın." der.
Isı, enerji, hareket ve güç bilimi olan termodinamik, Otto von Guericke'nin
1650'de, Aristo'nun uzun zamandır kabul gören "Doğa, vakumdan nefret
eder" önermesini çürütmek için yaptığı dünyanın ilk vakum pompası ile
basit bir şekilde başladı.
Aslında ikisi de haklıydı. Evet, -düzen kurmak ve devam ettirmek için-
entropiye doğru akışı yerel ve geçici olarak tersine çevirecek zekaya ve
termodinamik yeteneğe sahibiz. Ama daha genel anlamda, doğal şeyler
vakumdan nefret eder. Alice'e sorun.
Günümüz kozmolojisi (sicim teorisi
ve döngüsel kuantum yerçekimi gibi ezoterik yapıları saymazsak),
evrenin (belki de tek evrenin) hiçlikten başlayıp uzay ve zaman olarak
genişlediğini, bu sırada da yoğunlaşarak maddi dünyamızı oluşturan her
şeyi meydana getirdiğini ileri sürmektedir.
Bu, tahmin edeceğiniz üzere son derece enerjik bir süreçtir. Başlangıç
hareketinden sonra yaklaşık olarak saniyenin milyonda biri süre boyumca
evrenin sıcaklığı 60 trilyon santigrat dereceydi. 300.000 yaşına
geldiğinde, evrenimiz 100.000 dereceye kadar soğumuştu (bizim güneşimiz
5.500 derece). İlk bir milyar yılın sonunda, -200 dereceye düşecek
kadar yayılmıştı. Bu sabah, evrenimiz -270 dereceyi gösteriyordu. Yani mutlak sıfırın sadece 3 derece üstünde. Bu da, çok soğuk demektir.
Ancak, termodinamiğin ilk yasasından bildiğimiz üzere enerji yaratılamaz
ve yok edilemez (en azından bizim evrenimiz içerisinde); yani büyük
patlamada açığa çıkan ısı, ne kadar dağılmış olursa olsun hâlâ duruyor
demektir. Başlangıç anından itibaren, evren yoğunlaşmış enerjiyi, daha
az yoğun biçimlere doğru dağıtmaktadır. Bu sürece entropi denmektedir.
Entropi aynı zamanda herhangi bir andaki, ya da herhangi bir
termodinamik sistem tarafından yaratılmış olan kaos veya dağılma
miktarının ölçüsüdür.
Hem Herakles'e (M.Ö. 500 yılında "Aynı nehirde iki kere yüzemezsiniz."
demiştir) hem de çoğumuza göre, her şey akışkandır: Evren dinamik bir
devinimdir ve hiçbir şey aynı kalmaz. Bu aynı zamanda, biz zeki
primatların normal öznel tecrübesidir.
Daha basit şekilde, yaratıcı zeka (başka pek çok şeyin yanı sıra jeodezik kubbenin mucidi) Buckminster Fuller'in ünlü lafındaki gibi, bir fiildir.
Hatta, yaşamın kontrollü bir yanma, bir enerji akış yolu, açık bir
termodinamik sistem olduğunu söylersek doğru olur. Tamam, bazı terimleri
açıklayalım. Termodinamik teoride üç enerji akış sistemi vardır: hiçbir
şeyin girip çıkamadığı izole (teorik) sistemler; dışarıdan gelen
enerjiye açık olan kapalı sistemler; ve dinamiklerini beslemek için
dışarıdan hem enerji hem de maddeyle beslenen açık sistemler.
Yaşayan organizma olarak bizler (bütün bitki ve hayvan kuzenlerimizle
birlikte), varlığımızı sürdürmek, büyümek, üremek, ayrıca sanat, şarkı,
dans, boş vakit etkinlikleri gibi "fasarya" işler için dışarıdan
aldığımız yiyeceklerden ve yakıtlardan (madde ve enerji) faydalanırız.
Evrenin doğası ileri seviyede organize olmuş veya yoğun durumda bulunan
biçimden kaotik forma doğru akmaksa eğer, bizler (ve diğer tüm canlılar)
nasıl oluyor da bunca zaman sonra hâlâ ileri derecede organize
(karmaşık) ve istikrarlı kalabiliyoruz (diye sorabilirsiniz)? Yaşamın,
evrendeki tek entropi karşıtı eğilim olduğunu, he nasılsa,
termodinamiğin ikinci yasasını ihlal ettiğimizi, bütün bilimsel
prensipler içerisinde en evrensel olanından muaf olduğumuzu ileri
sürenler çıktı. Öyle değil.
Yaşam bir fiildir. Yaşam, dengeyi tekrar sağlamak için yapılan en etkili
işlemdir. Biz de akıntıyla sürükleniyoruz; ama çok yaratıcı bir
biçimde. İkinci yasa, enerjinin entropiye doğru küçülme gerekliliği
şartsa, ve bu yasa, enerji parçacıklarına doğru en küçük ortak paydaya
(yani dengeye) kadar küçülen sürekli bir hareketi gerektiriyorsa ,
evrenin kaos yaratma sürecini hızlandırmak için akıllı yöntemler
geliştirmesi mantıklı olmaz mı? Bildiniz, siz osunuz işte.
Tüm bunların yanı sıra, ezoterik doğu felsefesini popülerleştiren ilk kişi olan Alan Watts, 1966'da yazdığı The Book: On the Taboo Against Knowing Who You Are
adlı kitabında, evrenin kendi kendiyle saklambaç oynayan bir Kozmik
Bilinç olduğunu, içindeki bütün canlı ve cansız varlıklara dönüşerek
kendi kendinden saklandığını ve gerçekte ne olduğunu unuttuğunu; bunun
da, hepimizin aslında onun bir parçası olduğumuz ve kendimizi "deriden
bir çanta içindeki ego" olarak algılamamızın sadece bir masal olduğu
neticesini doğurduğunu; farklı şeyler olarak algıladığımız varlıkların
bütün içindeki süreçler olduğunu belirtir. İlginç bir şekilde, bu
egzotik felsefi bakış açısı, biyofiziksel bilimlerde geniş çaplı kabul
gören ve DNA dizilimimizin "deri çantamızın" dışındaki çevresel
etkenlere bağlı olduğunu öne süren Gaia teorisinin
ve vücudumuza kimyasal enerji sağlayan mitokondrimizin, insanlara ait
olmayan bir bakteri olduğunu söyleyen evrimsel biyolojinin özünü
oluşturmaktadır. Bizi oluşturan sadece içimiz değil, çevremizdir de.
Karasal mevcudiyetin ilk günlerinden itibaren, dünya kendisini
okyanuslarla kaplayıp üzerini atmosferle sarmaladıktan sonra, kendi
etrafındaki düzensizliği ironik bir şekilde hızlandıran sonsuza yakın
çeşitlilikte yerel düzenlemeler görülmüştür. Bu oto-katalitik (yani
kendi kendini oluşturan, kendi kendini devam ettiren) süreçler arasında
girdaplar, siklonlar, atmosferdeki ve okyanustaki akıntılar da
bulunmaktadır. Nerdeyse sihirli bir şekilde kendiliğinden meydana gelip,
saniyelerce ya da ilelebet hayatta kalabilmektedirler. Bunların ilk
yaşam biçimleri olduğu bile söylenebilir. Tek farkları, üremeyi
öğrenemedikleri için çevresel koşulların değişmesi durumunda ölüme karşı
savunmasız olmalarıdır. Bir atmosfer olayı olan siklonlar, basınç
kaynaklı enerjinin, gezegenin dönmesi dolayısıyla meydana gelen Coriolis kuvvetinin
çevirdiği ısıyayımlı cereyanı, nispeten uzun ömürlü, çok güçlü ve
düzenli enerji hareketine dönüştürmesiyle oluşur. Bu, yolu üzerindeki
her şeyi yıkan bir kuvvet olarak görülebilir ama aslında, evrenin,
enerji değişimini azaltmasıdır sadece.
Enerjinin bir iş yapabilmesi için mühendislerin ekserji
dedikleri, çok iyi düzenlenmiş ve yoğunlaşmış enerji olması gerekir.
Ekserji, faydalanılabilir bir iş yapamayan düzensiz enerji olan
entropinin tam tersidir. Bir siklondaki barometrik basınç olsun, suyun
bir değirmene dökülmesini sağlayan yerçekimi olsun, bir türbini döndüren
rüzgarın momentumu olsun, elektrikli veya patlamalı motorların
sıcaklığı olsun, buharlı makinelerdeki gibi izotropik (eş yönlü) basın.
olsun, veya bir motoru döndüren akımdaki voltaj olsun, ekserji, enerji
farklarının yoğunluğu olarak ölçülebilir. Ekserji ayrıca, besinleri ve
atıkları hücre içinde taşıyan ozmotik enerjide de, yerdeki suyu 50
metrelik servi ağacının yapraklarına taşıyarak terlemeyi sağlayan kılcal
enerjide de görülür. Bu terleme gökyüzündeki nemi oluşturur, bu nem de
yüzeydeki gerilim ve yerçekiminin etkisiyle damlaya dönüşüp toprağa
düşer. Sonra, kimyasal difüzyon enerjisiyle ve elektro-kimyasal iyon
yükü enerjisiyle taşları minerallere ayrıştırarak toprağa dönüştürür, o
da, devasa servilere dönüşen tohumları besler. Böylece döngü başlar.
Enerji ve maddenin (Einstein'e göre ikisi aynı) kaosa doğru çözülme
zorunluluğu, yavaş yavaş ve kaçınılmaz olarak bu enerjik yapı ya da
süreçlerin ardındaki itici gücün, servi ağacı gibi daha uzun ömürlü ve
etkili enerji seyrelten varlıklara dönüşmesine yol açtı. Gerçekten de,
ağaçlar ve içinde bulundukları ormanlar dünya üzerindeki en etkili
enerji seyrelten varlıklardır. Ekvator yağmur ormanları, çok serin
yerlerdir.
Termodinamik açıdan, dünyadaki hayatın amacı, güneş sistemimizdeki en
güçlü enerji farkını azaltmaktır: neredeyse 5500 derecelik güneş ve
neredeyse mutlak sıfır derecedeki uzay. İçinde yaşam, ve oksijen üreten
organizmaların sağladığı atmosfer olmasaydı, Dünya adını verdiğimiz
gezegen çok sıcak bir kaya parçasından ibaret olurdu; ve güneş
enerjisini uzayda dağıtmaya dayalı entropi görevini yerine getiremezdi.
Ancak talihimize, Dünya, göktaşlarından buz toplayacak, basit hücresel
yaşamın oluşması için gereken şartları bir araya getirecek, oksijen dolu
atmosferini güneşin gücünün bir kısmını filtreleyecek bulutlar ve ozon
tabakasıyla kaplayacak, canlı sistemleri yavaş yavaş, sonradan ayrı
varlıklar haline gelecek olan çok hücreli komünlere dönüştürecek, sonra
bu komün varlıkları, toprakla havayı, yeraltı sularıyla atmosferi
birleştiren fotosentezci bitkilerle ve sonra bu bitkileri sindirebilen,
gittikleri verimli topraklara meyvelerini taşıyabilen mahlukatla
çeşitlendirecek, sonra da sonsuz yaşam - ölüm döngüsü içerisinde
maddenin akışını sağlayan ayrıştırıcı ve geri dönüşümcü organizmalar
yaratacak kadar akıllıydı. Çok zeki bir Gaia.
Evrim sürecine bakarsak, süreğen bir şekilde devam eden ama periyodik
olarak kesintiye uğrayan, giderek artan bir organizasyon, giderek artan
bir karmaşıklık, giderek artan çeşitlilik, giderek artan bireyselleşme
ve bunun yanında giderek artan iletişim ağları ve karşılıklı bağımlılık,
giderek artan zeki, kendi kendini takviye eden, kendi kendini çoğaltan
ve kalıcı enerji ve madde, girdap gibi döngüye giren ve kaos üreten
termodinamik süreçler yani varlıklar, cıvık mantarlar, bakteriler,
yosunlar, bitkiler, hayvanlar, insanlar, toplumlar, ekonomiler,
ekolojiler, ve dünya çapında bilgi değiş-tokuş ağı görürüz. Joe, Jack ve
Fido gibi isimleri olan tüm bunların hepsinin ve her birinin işlevi,
yerel, sınırları olan düşük entropili olaylar yaratarak ekserjiyi
entropiye indirgemektir.
Sadece fiil olmakla kalmıyoruz, ayrıca, enerji "altınını" harcanmış ısı
"cürufuna" dönüştüren bir simya kullanarak çevresine kaos ihraç etmek
maksadıyla, işi, sınırları olan düzeni korumak olan geçişli fiilleriz
biz.
Bu, meleklerin bir basamak altındaki "son derecede gelişmiş" Homo
Sapienler için (kibirimiz bizi her zaman yukarıya taşımıştır) pek de
uygun bir iş tanımıymış gibi durmayabilir. Ancak, iş tanımı bundan
biraz daha fazlasını gerektiriyor. Maalesef bunu hep yanlış yorumladık.
Embriyo gelişimini, bir bebeğin büyüyüp önce çocuk sonra yetişkin
olmasını incelersek, veya öncü türlerden ormanlara kadar bir ekosistemin
ontolojisini araştırırsak, ya da uzun ömürlü türlere dönüşen yeni
adaptasyonların evrimini ele alırsak, hızla büyüyen, çabucak genişleyen,
enerjiyi yiyip bitiren varlıklardan, düşük enerji ve materyal
tüketimiyle en fazla enerji azaltımı arasındaki optimum dengeyi
tutturmuş olan, enerjiyi çok daha etkin kullanan ve istikrarlı yapılara
geçiş olduğunu keşfederiz. Bu tip türlere ve ekosistemlere "olgun"
deriz. Bunun en iyi örneği tropik yağmur ormanlarıdır. Bu tip
insanları, toplumları ve ekonomileri de "olgun" kabul ederiz. Yerli
avcı-toplayıcı kültürler bunun en büyük örneğiydi, ne var ki modern
insan dünyasında böyle örneklere artık yer yok.
Olgun ve istikrarlı ekolojik sistemlerle ilgili fark ettiğimiz bir başka
husus da, ister bireysel organizmalar olsun, ister orman ekolojileri,
çevresel baskı altındayken, belki daha hiyerarşik ama daha az etkin,
daha az çeşitlilik içeren ve kaynakların ve enerjinin daha fazla
"sızıntı" yaptığı, daha ilkel biçim ve organizasyonlara doğru ters
evrimleştikleridir. Aynı şey insan adını verdiğimiz organizmalar ve
insan toplumları için de geçerlidir. Ancak, insan kültüründe baskı,
fiziksel ya da biyolojik olabileceği gibi, psikolojik de olabilir.
Okulda bize tarih öğretirlerken, zaman çizelgesi, ilk medeniyetle,
dünyanın yüzünü ve insanın dünyayla olan ilişkisini değiştiren tarım
"devrimiyle" başlatılır. Gayet iyi anlaşır sebeplerden dolayı (zira
kültürümüz şu anda, tam da yaşamamız gerektiği gibi yaşadığımıza
inanmaktadır) , Homo Habilisin yeryüzünde yürümeye başlamasından
itibaren, bir tür olarak varlığımızın %99'unu, olgun bir termodinamik
süreç dahilinde, daha geniş kapsamlı bir enerji dağıtma sistemi olan
orman ekosisteminin bir parçası olarak geçirdiğimizi görmezden
geliyoruz. Kâr üretmeye başladığımız andan itibaren
(tüketebileceğimizden daha fazla yiyecek serveti), önce kendi ekolojik
konumumuz içindeki öncü tür olarak, sonra da küresel çapta istilacı tür
olarak yayılmaya, bu arada da çevremizi ormansızlaştırma, çoraklaştırma
ve yerel türleri yok etme gibi yollarla kalıcı olarak değiştirmeye
başladık.
Gaia'nın karbon dengesini sağlamak ve küresel sıcaklığı muhafaza etmek
için dikkatli bir şekilde yerin altına gömdüğü fosil yakıtlardan
yararlanmayı öğrendiği andan itibaren, bizim görünüşteki zeki türümüz,
gezegenin geri kalanının soğurup geri dönüştürebileceğinden çok daha
fazla entropik atığı(kirlilik) ihraç ederek(bu arada biyolojik olarak
geri dönüştürülemeyen tonlarca petro-kimyasal atık var), gezegenimizi
küresel çapta değiştirmiştir. Doğal kaynakları faydalanmak ve doğal
ihtiyaçlar yerine yapay istekleri tatmin etmek için tüketim malına
dönüştürmekle, uzun zamandır istikrarını koruyan eko sistemlerin, artık
biyolojik çeşitliliği devam ettiremeyecekleri seviyeye gelene kadar
temelini sarstık. Bunu yaparak da altıncı büyük, ve dünya tarihindeki
ilk sadece bir türün (zeki olduğu iddiasındaki) sebep olduğu soy
tükenmesini başlatmış olduk. Gaia'nın yer altına gömdüğü karbonu
atmosfere salarak, dünyanın iklimini, eski haline gelmesi milyonlarca
yıl sürecek şekilde, kesinlikle daha sıcak bir seviyeye çıkarttık. Daha
önce soy tükenmesi "düzensizliklerinden" yola çıkacak olursak, Gaia'nın
bizim hızlandırılmış entropi üretimimizi, her yere yayılmış kirliliği ve
biyolojik çeşitlilikte emsali görülmemiş bir azalmayı düzeltmesi 20 -50
milyon yıl kadar sürecektir
Bu, zeki ve olgun türlerin yapacağı bir iş değil. Bu, bir çocuk ya da
ergenin bencil, kendi egosunu tatmin etmeye yönelik olarak yapacağı bir
harekettir. Yani, zirai devrimle komşu olan ve sınai devrimle üstel
olarak azgınlaşan bir baskı kaynağı, türlerin daha ilkel organizasyon ve
davranış biçimine doğru gerilemesine sebep olmuştur. Bu gerilemeyi
durdurmayı ve tersine çevirmeyi zorlaştıran şeyse, bütün küstahlığımız
ve kibirimizle, buna gelişim adını verip daha olgun Homo Sapien
kültürlerine "ilkel" ve "vahşi" dememizdir.
Tarımsal devrimle birlikte fiziksel ve kültürel çevremizde değişen
şeylerden biri de "kâr" kavramıyla tanışmamız oldu. Bütün canlı
organizmalar ve ekosistemler enerjiyi vücuttaki karbonhidrat ve yağ
olarak, veya yemiş ve tohum zulası olarak, ya da ormanların ve
okyanusların tabanında çok uzun zaman içerisinde biriken humus ve
biyokütle olarak saklarken, bunu her zaman için günlük ve mevsimsel
dengeleri muhafaza edecek şekilde yapmış, sağlıklı ve olgun bir
ekolojinin geri dönüşüm kapasitesini aşmamıştır. Bu ekolojik zorunluluk,
Kızılderililerin sadece ihtiyaçları olduğu kadarını aldıkları, bireysel
ve toplumsal bir karar alırken sonraki yedi nesli de gözettikleri
felsefelerine benzemektedir.
Fosil yakıt biçimindeki "antik gün ışığının" kullanılması sayesinde
maddi "servetin" emsali görülmemiş bir şekilde büyümesi ve modern
ekonominin basit ihtiyaçlar yerine sadede kâra odaklanmasıyla birlikte,
insanlık küresel ölçekte, son derece hiyerarşik, eşitlikçi olamayan,
ekolojiyi yok eden, ve dünyayı kendi zaman algısı içersinde muhtemelen
sonsuza kadar sürecek şekilde ciddi anlamda değiştiren bir türe
gerilemiştir. Kendi ilkel gerilememizi, gerçek ilerici ve aydınlanmış
gelişim zannettiğimiz gibi, güçlü kültürel baskı kaynaklarını da kişisel
ve toplumsal çıkarımız zannediyoruz. Bu baskı kaynaklarının başında,
özellikle şehirlerdeki aşırı kalabalıklaşma, temel kaynakların
adaletsizce dağıtılması, temel olmayan servetin daha da adaletsizce
dağıtılması, ve kültürün tetiklediği, genellikle biyo-kültürel
ihtiyaçlarımıza ters düşen hiçbir zaman tatmin olmayan arzularımız
gelmektedir. Bunun sonucu, bu makalenin başında bahsedilen evrimsel
sürecin en sonundaki insanımsıdır.
Termodinamik açıdan, bilinçli ve bilinçsiz tercihlerimizle, işlevini
kaybetmiş ve gerileyen bir insan ekolojisi yarattık. Kendi "atık"
maddesi oksijenle bir yandan dünyayı kalıcı olarak değiştirirken bir
yandan da kendi kendini zehirleyen anaerobik siyanobakteriler gibi, insanlar da kendi ürettikleri aşırı atıkla kendi kendilerini (ve milyonlarca başka türü) zehirliyor.
Tabii asıl görevimizin ne olabileceğini bilmiyoruz ve bilemeyiz. Bir
bilim-kurgu yazarı, çok uzun zaman önce dünyaya düşen bir uzay
gemisindeki uzaylıların, evrimleşip akıllı varlıklara dönüştükten sonra
uzun ömürlü uzaylıların evlerine dönmesini sağlamak maksadıyla uzay
gemisi için gereken parçaları yapmak üzere dünyaya yaşam tohumu
serptiğini yazmıştı. Belki de öyledir.
Ya da belki, kuantum fizikçisi Erwin Schrödinger'ın çığır açan eseri "Yaşam Nedir"in
sonsözünde, vücudun, doğanın determinist kanunlarına göre hareket eden
bir mekanizma olduğu görüşüyle iradeli kontrolle elde edilen inkar
edilemez tecrübeyi uzlaştırmak için yazdığı gibidir. Şöyle yazmıştı: "Bu
iki gerçekten yapılacak tek çıkarım, bence, benim... atomun
hareketlerini doğa kanunları içinde kontrol ettiğimdir. Yani ben
Tanrıyım."
Bu görüş, Alan Watt'ın, o değilmiş gibi yapan o olduğumuz görüşüyle
uyuşmaktadır. Bilinmeyenlerle dolu evrende, evrenin dağılmış ve
bireyselleşmiş hali olabiliriz. Ne var ki, insanlığın son zamanlarda
yaptıkları Tanrı olmakla ya da evrenin kendisi olmakla pek de
uyuşmamaktadır. Belki de artık yaşımızın gereği gibi (3,5 milyar yıllık
yaşam ve 2,4 milyar yıllık insanlık) davranmamızın ve termodinamiğin
ikinci kanunu çerçevesinde optimum dengede yaşamayı bir kere daha
öğrenmemizin vakti gelmiştir.
----------
----------
Makalenin yazarı Robert Riversong
süper izole edilmiş güneş enerjili evlerin tasarımcısı ve müteahhidi,
sürdürülebilir tasarım öğretmeni, doğa rehberi, dönüm noktası kılavuzu,
ve doğmak için mücadele eden yeni dünyanın ebesidir.
NOT1:
Bu çeviriyi yapmak için harcadığım zamandan da anlaşılacağı üzere,
yazarın fikirlerine genel olarak katılsam da, bunların birebir benim
fikirlerimi yansıttığı iddia edilemez. Burada yazılanlar öncelikle
yazarı bağlar.
NOT2: Bu makalede anılan bilim dallarına hakim olmadığım için bazı
terimlerin çevirisinde hata yapmış olabilirim. Benden daha bilgili
arkadaşlar düzeltirse memnun olurum.
NOT3: Linkler bana aittir. Çeviriyi yaparken konuyu daha
iyi anlamak için okuduğum başka yazıları, belki meraklısı çıkar diye
paylaşmak istedim.
Thursday, July 14, 2011
Saturday, July 9, 2011
BATI MEDENİYETİ ÖLÜRKEN
Bu yazı, http://www.globalresearch.ca sitesinde yer alan As Western Civilization Lies Dying adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için site yönetiminden izin alınmıştır.
Makalenin yazarı John Kozy, toplumsal, siyasi ve iktisadi konularda yazan emekli bir felsefe ve mantık profesörüdür. Kore Savaşı sırasında Amerikan ordusunda görev aldıktan sonra 20 yıl üniversitede profesörlük, bir 20 yıl da yazarlık yapmıştır. Toplu yazılarına ve kendisine sitesinden ulaşılabilir.
BATI MEDENİYETİ ÖLÜRKEN
Batı ticari sistemi, tüketicilere verdiği ürün ve hizmetlerden daha fazlasını almak için vardır. Kâr amaçlıdır. Amacı insanların hayatını geliştirmek değil, sömürmektir. Devletler bu sistemi kurumsallaştırdığında uluslarını intihara sürüklemiş olmaktadırlar; çünkü Jefferson'ın da söylediği gibi "Tüccarların memleketi yoktur". Batı dünyasının güvenliğini tehdit eden terörizm değil, batı dünyasının ticari sistemidir.
Göğüs ağrıları çeken bir adam bayılır. Eşi acil servisi arar. Bir ambülans gelir. Sağlık görevlileri ilk müdahaleyi yaptıktan sonra hastayı ambülansa yerleştirir ve hastaneye doğru yola çıkar. Yolda motor durur. Ambülanstaki görevliler motoru tekrar nasıl çalıştırabileceklerini tartışmaya başlar. Biri daha fazla benzin gerektiğini söyler, diğeri depoda su olduğunu, bir diğeri de benzin filtresinin tıkandığını. Onlar tartışırken hasta ölür.
Bu durum, şu anda Amerika'da ve Avrupa'nın çeşitli yerlerinde yaşananlara benzemektedir. İktisatçılar ve politikacılar tartışırken, ülkeleri ölüm sancıları çekmektedir. Bu insanlar şeytanı ayrıntılarda aramaktadır; ama kötü olan ayrıntılar değil sistemin ta kendisidir.
Batı ticari sistemi, tüketicilere verdiği ürün ve hizmetlerden daha fazlasını almak için vardır. Hedefi kâr etmektir. Kâr da, daha fazlasını elde etmek anlamına gelir. Amacı insan hayatını geliştirmek değil, sömürmektir. Şu şekilde işler:
Başlangıçta ikisi de yarı yarıya dolu olan üst üste iki su deposu düşünün. Aşağıdaki depodan yukarıdaki depoya aktarılan her iki litre suya karşılık, yukardaki depodan aşağıya bir litre su aktarılmaktadır. Zamanla aşağıdaki depo boşalırken yukarıdaki tamamen dolacaktır. Böylece, depolar arasındaki su dolaşımı da bitecektir.
Aslında, bu senaryo, kâra dayalı bütün ticari sistemleri tarif etmektedir. Amerikalıların %20'sinin milli servetin %93'üne, %80'ininse kalan %7'ye sahip olmasının sebebi budur. Ülkedeki fakirlik oranının %14.3'e, yani 43.6 milyon insana, yani yedide bire çıkmış olmasının sebebi budur. Wall Street Journal'ın, Kuzey Amerika'daki insanların %70'inin ay sonunu getiremediğini yazmasının sebebi budur. On yıllardır vaat edildiği halde dünyadaki sefaletin azaltılamamış olmasının sebebi de budur. Sistem, hırsızdır.
Her ne kadar bunlar da etken sebepler olsa da, ekonomiyi çökerten kötü kararlar, deregülasyon ve siyasi beceriksizlik değil, Amerikalıların çoğunluğunun ceplerinin boşaltılmış olmasıdır. Emlak balonu, ev fiyatları aşırı arttığı için değil, tüketicilerin cepleri, artık borçlarını ödeyemeyecek duruma gelecek kadar boşaltıldığı için patladı.
Amerika'nın en zengin yüzde yirmisinin fark etmediği şey, bu grubun süreci devam ettirebilmek için şimdi de kendi içine yöneleceğidir. Hatta, bu olmaya başladı bile. "Bu yılın başındaki resesyon, Amerikalıların şahsi servetini 2004 yılı seviyesine çekerken, evlerin değerlerinde ve yatırımlarda 1,3 trilyon dolarlık azalma oldu." Bu azalmanın çok küçük bir kısmı, alt gelir grubundaki Amerikalıların cebinden çıktı. Yani, açgözlülükten iyi niyet beklenmez. Piyasa sık sık manipüle edilir.
Sistem, Amerikalıları fakirleştirdi. Depolardaki su dolaşımı ince bir akıntıya dönüştü. İktisatçılarımız ise, suyun tekrar akmaya başlamasının tek yolunun, alttaki depoyu eşitleyeceğini umarak üstteki depoyu doldurmak olduğuna politikacıları ikna etti. Yağmur duasına çıksalar daha iyi.
Bu fakirleşmenin iki matematiksel göstergesi var. En önemli iki tanesi şunlar:
Birincisi, sistem, ayrıntıları cilalayarak düzeltilemez. En iyi durumda bile, ayrıntılarla uğraşmak tüketicilerin servetinin tamamen tükenmesini yavaşlatabilir. Sistem kâr odaklı olduğu sürece, verilenden daha fazlasının alınması gerekecektir. Tükenme hızı değişebilir, ama tükenme durdurulamaz. Bu sonuç, matematikteki çıkarma işlemi kadar kesindir. Ekonomiyi matematiksel modeller olarak öğrenmiş Amerika'daki ekonomi dehalarının bunu neden anlamadığı tam bir muamma. İstedikleri kadar cilalasınlar. Bazı cilaların gözle görülür faydaları olacaktır, bazılarının olmayacaktır. İki bin yıllık tarihte, bu sonucun aksini gösteren bir tek örnek bulunamaz. Refah, sömürüden elde edilemez.
Çok az kişinin fark ettiği bir başka gösterge de milli borçtur.
Bize, borucumuzu çocuklarımızın ve onların çocuklarının ödeyeceği söylenir hep. Ancak, Batı ticari sistemi kökten değişikliğe uğramazsa, çoğu Amerikalının çocuklarının ve torunlarının böyle bir yükü yüklenmesine gerek kalmayacak. Neden? Devletler bile boş cepten bir şey alamaz. Yani, eğer borçlar vergiler arttırılarak ödenecekse, milli servetin %93'ünü elinde tutan o %20'lik kesimin torunları bu borcu ödeyecek demektir. Bu insanlarınsa, tamamı değilse bile çoğu yatırımcı. Bush'un zenginlerden vergi kesintisi yapmasıyla ilgili tartışmaları düşününce, bunun gerçekleşmesi çok düşük bir ihtimal gibi geliyor.
Borçlar, daha fazla para basıp doların değerini düşürerek mi ödenecek? Pek çok kişi, hükümetin eninde sonunda bu seçeneği değerlendireceğini düşünüyor. Yaptığını düşünelim. Bu durumda, Amerika'daki aynı %20'lik kesim de dahil olmak üzere, dünyanın her yerinde dolar sahibi olan herkesin elindeki doların değeri düşecek demektir. Yine, en fazlasına sahip olan %20'lik kesim en fazla kaybedecektir.
Yatırımlarından topladıkları değeri düşmüş dolarlar, ellerindeki diğer değeri düşmüş dolarlara eklenirken, borcu ödemek için doların değerinin daha fazla düşmesi gerekecek, bu da, daha fazla servet kaybetmelerine yol açacaktır.
En sonunda, devlet borçlarını erteleyecek mi? Pek çok kişi bunun olası olmadığını düşünüyor; ama en iyi seçenek bu değil mi? Yatırımcılara para ödenmeyecek; ama diğer ekonomik sebepler yüzünden azalmadığı takdirde ellerindeki paranın değeri korunacaktır. Morgan Stanley bile, borç batağındaki zengin ülkelerin, tahvil sahiplerini kazıklamadığı takdirde borç krizinin son bulmayacağını söylüyor.
Yani, sakin olun Amerikalılar, çocuklarınız milli borcu ödeme yükü altına girmeyecek. Arkanıza yaslanıp, zenginlerin kıvranmasını seyredin.
Bazıları, borçlar ertelendiği takdirde ülkenin bir daha asla borçlanamayacağını söylüyor. Oysa borçlarını erteledikleri halde borçlanmayı sürdüren ülkeler var. Rusya, Arjantin ve Zimbabve sadece en son örnekler. Borç ertelemenin elbette ki çok vahim sonuçları var; ama diğer seçeneklerin de var. Milli servetin anca %7'sine sahip olan Amerikalıların %80'i için hayat daha ne kadar zor olabilir? Sonuçta, züğürt, daha züğürt, en züğürt diye bir züğürtlük derecelendirmesi yok.
Yatırımcılar borç vermeyi red mi edecek? Çok şüpheli. Zengin bir insan parayla dört şey yapabilir: Karşılıksız dağıtabilir, harcayabilir, yastığının altında saklayabilir, veya yatırım yapabilir. Tek seçenekler bunlar. Ne kadar uğraşsalar da hepsi harcanamaz; ve çok az kişinin parasını karşılıksız dağıtmak ya da saklamak gibi bir niyeti olabilir. Yani, zenginlerin çok da fazla bir seçeneği yok.
Son olarak, bu sömürücü sistemi yönlendiren gizli bir prensip bulunmaktadır: Bazı insanları fakirleştirmek pahasına bazı insanların zengin olmasında sakınca yoktur. Bu, tam da hırsızların yaptığı bir şey olsa da, bildiğim kadarıyla hiç kimse bu prensibin ahlaksızlık olduğuna dikkat çekmedi. İktisadi olarak kabul edilebilir olduğu takdirde, evrensel olarak da kabul ediliyor. Ama şu iki benzer prensibi düşünün: 1. Bazılarının sağlığını bozmak pahasına bazılarının daha sağlıklı olmasının sakıncası yoktur. 2. Bazılarının, cezasını başkalarına çektirerek işledikleri suçların sonuçlarından kaçınmasında sakınca yoktur. Hiç kimse, bu iki prensibin doğru olduğunu savunmayacaktır; oysa mantıken hepsi de aynıdır.
Bazıları, kâr olmadan ticari bir sistemin etkin olarak işlemeyeceğini savunmaktadır. Bu doğruysa, insanlığı korkunç bir gelecek bekliyor demektir. Bu, insanların Şeytan'ın gölgesinden yaratıldığını, On Emir'in, özellikle de sonuncusunun yalan olduğunu, Batı Medeniyetini tanımlayan bütün felsefe ve edebiyatın boş olduğunu, medeni ve barbar denen toplumlar arasında bir fark olmadığını, bütün devletlerin hukuksuz olduğunu, adalet ve doğruluk gibi kelimelerin anlamsız olduğunu, kanunların kanunsuz olduğunu, toplumun bir hiçliğe doğru parçalandığını ve hiçbir şeyin öneminin olmadığını gösterir. Ekonomini tımarhane olduğunu; Dünya'nın, Evren'in akıl hastanesi olduğunu, ve en delilerin başta olduğunu gösterir. Nasıl bir insan aklı böylesine bir iğrençliği savunmaya kalkabilir?
Batılı ticari sistem, satıcıların, tüketicileri sömürerek zengin olmasına dayanır. Devletler bu sistemi kurumsallaştırdığında uluslarını intihara sürüklemiş olmaktadırlar. Tarihi gözlemleyen zeki kişiler, Thomas Jefferson'ın söylediklerinin çok haklı olduğunu görebilmektedir: "Tüccarların memleketi yoktur." Evet, tüccarlar buna şiddetle karşı çıkacaktır. Dediklerine kulak asmayın. Sadece, yaptıklarına bakın.
Devletlerinden onları kayıran bir tutum ve hizmet beklerler ama karşılığında vergi vermemek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Memleketleri iflasın eşiğine geldiğinde hiçbir endişe duymazlar. Memleketleri, savaş gibi bunalımlı bir dönemden geçerken, halktan fedakarlıkta bulunması istenir ama tüccarların kâr etmeye devam etmesine izin verilir. John. F. Kennedy "Ülkeniz sizin için ne yapabilir diye sormayın, siz ülkeniz için ne yapabilirsiniz diye sorun" derken şirketlerin Amerikası'ndan bahsetmiyordu. Bu yazıyı okuyan herhangi bir kimse Humvee'leri, robot askerleri, F16'ları yapanların bunları maliyetine vermeyi gerçekten düşüneceğini düşünüyor mu? Bu arada, çocuklarını iğrenç savaşlara göndermeleri istenen ailelerin katlandığı fedakarlık ne kadar da büyük?
Ülkesi için fedakarlık yapmak istemeyen tüccarların ülkesi yok demektir; hiçbir ülkeyi desteklemeyecek, hiçbir ülkeyi savunmayacaktır. Bu insanlara bir ülkenin kontrolü verilirse, bütün kanını emip vücut parçalarını en yüksek fiyatı verene satarlar. Tanınacak bir ceset bile kalmaz. Batı dünyasını tehdit eden terörizm değil, batı medeniyetinin ticaret sistemidir.
--------------
Çevirmenin Notu: Bu yazıyı çevirmek için harcadığım zamandan da anlaşılacağı üzere, yazarın fikirlerine genel olarak katılıp paylaşmaya değer bulsam bile, burada yazılanlar öncelikle yazarın kendi fikridir ve onu bağlar.
Yazarın, mevcut iktisadi sisteme getirdiği eleştiriye katılıyorum. Kâr mekanizmasının yanlışlığı konusunda onunla hemfikiriz. Ancak, kastettiği o olmasa bile üstü kapalı bir biçimde Batı medeniyetini diğer medeniyetlerin önüne koyduğu, ayrıca bütün tüccarları aynı kefeye koyup vatansız ilan ettiği noktada kendisiyle ayrışıyorum.
Makalenin yazarı John Kozy, toplumsal, siyasi ve iktisadi konularda yazan emekli bir felsefe ve mantık profesörüdür. Kore Savaşı sırasında Amerikan ordusunda görev aldıktan sonra 20 yıl üniversitede profesörlük, bir 20 yıl da yazarlık yapmıştır. Toplu yazılarına ve kendisine sitesinden ulaşılabilir.
BATI MEDENİYETİ ÖLÜRKEN
Batı ticari sistemi, tüketicilere verdiği ürün ve hizmetlerden daha fazlasını almak için vardır. Kâr amaçlıdır. Amacı insanların hayatını geliştirmek değil, sömürmektir. Devletler bu sistemi kurumsallaştırdığında uluslarını intihara sürüklemiş olmaktadırlar; çünkü Jefferson'ın da söylediği gibi "Tüccarların memleketi yoktur". Batı dünyasının güvenliğini tehdit eden terörizm değil, batı dünyasının ticari sistemidir.
Göğüs ağrıları çeken bir adam bayılır. Eşi acil servisi arar. Bir ambülans gelir. Sağlık görevlileri ilk müdahaleyi yaptıktan sonra hastayı ambülansa yerleştirir ve hastaneye doğru yola çıkar. Yolda motor durur. Ambülanstaki görevliler motoru tekrar nasıl çalıştırabileceklerini tartışmaya başlar. Biri daha fazla benzin gerektiğini söyler, diğeri depoda su olduğunu, bir diğeri de benzin filtresinin tıkandığını. Onlar tartışırken hasta ölür.
Bu durum, şu anda Amerika'da ve Avrupa'nın çeşitli yerlerinde yaşananlara benzemektedir. İktisatçılar ve politikacılar tartışırken, ülkeleri ölüm sancıları çekmektedir. Bu insanlar şeytanı ayrıntılarda aramaktadır; ama kötü olan ayrıntılar değil sistemin ta kendisidir.
Batı ticari sistemi, tüketicilere verdiği ürün ve hizmetlerden daha fazlasını almak için vardır. Hedefi kâr etmektir. Kâr da, daha fazlasını elde etmek anlamına gelir. Amacı insan hayatını geliştirmek değil, sömürmektir. Şu şekilde işler:
Başlangıçta ikisi de yarı yarıya dolu olan üst üste iki su deposu düşünün. Aşağıdaki depodan yukarıdaki depoya aktarılan her iki litre suya karşılık, yukardaki depodan aşağıya bir litre su aktarılmaktadır. Zamanla aşağıdaki depo boşalırken yukarıdaki tamamen dolacaktır. Böylece, depolar arasındaki su dolaşımı da bitecektir.
Aslında, bu senaryo, kâra dayalı bütün ticari sistemleri tarif etmektedir. Amerikalıların %20'sinin milli servetin %93'üne, %80'ininse kalan %7'ye sahip olmasının sebebi budur. Ülkedeki fakirlik oranının %14.3'e, yani 43.6 milyon insana, yani yedide bire çıkmış olmasının sebebi budur. Wall Street Journal'ın, Kuzey Amerika'daki insanların %70'inin ay sonunu getiremediğini yazmasının sebebi budur. On yıllardır vaat edildiği halde dünyadaki sefaletin azaltılamamış olmasının sebebi de budur. Sistem, hırsızdır.
Her ne kadar bunlar da etken sebepler olsa da, ekonomiyi çökerten kötü kararlar, deregülasyon ve siyasi beceriksizlik değil, Amerikalıların çoğunluğunun ceplerinin boşaltılmış olmasıdır. Emlak balonu, ev fiyatları aşırı arttığı için değil, tüketicilerin cepleri, artık borçlarını ödeyemeyecek duruma gelecek kadar boşaltıldığı için patladı.
Amerika'nın en zengin yüzde yirmisinin fark etmediği şey, bu grubun süreci devam ettirebilmek için şimdi de kendi içine yöneleceğidir. Hatta, bu olmaya başladı bile. "Bu yılın başındaki resesyon, Amerikalıların şahsi servetini 2004 yılı seviyesine çekerken, evlerin değerlerinde ve yatırımlarda 1,3 trilyon dolarlık azalma oldu." Bu azalmanın çok küçük bir kısmı, alt gelir grubundaki Amerikalıların cebinden çıktı. Yani, açgözlülükten iyi niyet beklenmez. Piyasa sık sık manipüle edilir.
Sistem, Amerikalıları fakirleştirdi. Depolardaki su dolaşımı ince bir akıntıya dönüştü. İktisatçılarımız ise, suyun tekrar akmaya başlamasının tek yolunun, alttaki depoyu eşitleyeceğini umarak üstteki depoyu doldurmak olduğuna politikacıları ikna etti. Yağmur duasına çıksalar daha iyi.
Bu fakirleşmenin iki matematiksel göstergesi var. En önemli iki tanesi şunlar:
Birincisi, sistem, ayrıntıları cilalayarak düzeltilemez. En iyi durumda bile, ayrıntılarla uğraşmak tüketicilerin servetinin tamamen tükenmesini yavaşlatabilir. Sistem kâr odaklı olduğu sürece, verilenden daha fazlasının alınması gerekecektir. Tükenme hızı değişebilir, ama tükenme durdurulamaz. Bu sonuç, matematikteki çıkarma işlemi kadar kesindir. Ekonomiyi matematiksel modeller olarak öğrenmiş Amerika'daki ekonomi dehalarının bunu neden anlamadığı tam bir muamma. İstedikleri kadar cilalasınlar. Bazı cilaların gözle görülür faydaları olacaktır, bazılarının olmayacaktır. İki bin yıllık tarihte, bu sonucun aksini gösteren bir tek örnek bulunamaz. Refah, sömürüden elde edilemez.
Çok az kişinin fark ettiği bir başka gösterge de milli borçtur.
Bize, borucumuzu çocuklarımızın ve onların çocuklarının ödeyeceği söylenir hep. Ancak, Batı ticari sistemi kökten değişikliğe uğramazsa, çoğu Amerikalının çocuklarının ve torunlarının böyle bir yükü yüklenmesine gerek kalmayacak. Neden? Devletler bile boş cepten bir şey alamaz. Yani, eğer borçlar vergiler arttırılarak ödenecekse, milli servetin %93'ünü elinde tutan o %20'lik kesimin torunları bu borcu ödeyecek demektir. Bu insanlarınsa, tamamı değilse bile çoğu yatırımcı. Bush'un zenginlerden vergi kesintisi yapmasıyla ilgili tartışmaları düşününce, bunun gerçekleşmesi çok düşük bir ihtimal gibi geliyor.
Borçlar, daha fazla para basıp doların değerini düşürerek mi ödenecek? Pek çok kişi, hükümetin eninde sonunda bu seçeneği değerlendireceğini düşünüyor. Yaptığını düşünelim. Bu durumda, Amerika'daki aynı %20'lik kesim de dahil olmak üzere, dünyanın her yerinde dolar sahibi olan herkesin elindeki doların değeri düşecek demektir. Yine, en fazlasına sahip olan %20'lik kesim en fazla kaybedecektir.
Yatırımlarından topladıkları değeri düşmüş dolarlar, ellerindeki diğer değeri düşmüş dolarlara eklenirken, borcu ödemek için doların değerinin daha fazla düşmesi gerekecek, bu da, daha fazla servet kaybetmelerine yol açacaktır.
En sonunda, devlet borçlarını erteleyecek mi? Pek çok kişi bunun olası olmadığını düşünüyor; ama en iyi seçenek bu değil mi? Yatırımcılara para ödenmeyecek; ama diğer ekonomik sebepler yüzünden azalmadığı takdirde ellerindeki paranın değeri korunacaktır. Morgan Stanley bile, borç batağındaki zengin ülkelerin, tahvil sahiplerini kazıklamadığı takdirde borç krizinin son bulmayacağını söylüyor.
Yani, sakin olun Amerikalılar, çocuklarınız milli borcu ödeme yükü altına girmeyecek. Arkanıza yaslanıp, zenginlerin kıvranmasını seyredin.
Bazıları, borçlar ertelendiği takdirde ülkenin bir daha asla borçlanamayacağını söylüyor. Oysa borçlarını erteledikleri halde borçlanmayı sürdüren ülkeler var. Rusya, Arjantin ve Zimbabve sadece en son örnekler. Borç ertelemenin elbette ki çok vahim sonuçları var; ama diğer seçeneklerin de var. Milli servetin anca %7'sine sahip olan Amerikalıların %80'i için hayat daha ne kadar zor olabilir? Sonuçta, züğürt, daha züğürt, en züğürt diye bir züğürtlük derecelendirmesi yok.
Yatırımcılar borç vermeyi red mi edecek? Çok şüpheli. Zengin bir insan parayla dört şey yapabilir: Karşılıksız dağıtabilir, harcayabilir, yastığının altında saklayabilir, veya yatırım yapabilir. Tek seçenekler bunlar. Ne kadar uğraşsalar da hepsi harcanamaz; ve çok az kişinin parasını karşılıksız dağıtmak ya da saklamak gibi bir niyeti olabilir. Yani, zenginlerin çok da fazla bir seçeneği yok.
Son olarak, bu sömürücü sistemi yönlendiren gizli bir prensip bulunmaktadır: Bazı insanları fakirleştirmek pahasına bazı insanların zengin olmasında sakınca yoktur. Bu, tam da hırsızların yaptığı bir şey olsa da, bildiğim kadarıyla hiç kimse bu prensibin ahlaksızlık olduğuna dikkat çekmedi. İktisadi olarak kabul edilebilir olduğu takdirde, evrensel olarak da kabul ediliyor. Ama şu iki benzer prensibi düşünün: 1. Bazılarının sağlığını bozmak pahasına bazılarının daha sağlıklı olmasının sakıncası yoktur. 2. Bazılarının, cezasını başkalarına çektirerek işledikleri suçların sonuçlarından kaçınmasında sakınca yoktur. Hiç kimse, bu iki prensibin doğru olduğunu savunmayacaktır; oysa mantıken hepsi de aynıdır.
Bazıları, kâr olmadan ticari bir sistemin etkin olarak işlemeyeceğini savunmaktadır. Bu doğruysa, insanlığı korkunç bir gelecek bekliyor demektir. Bu, insanların Şeytan'ın gölgesinden yaratıldığını, On Emir'in, özellikle de sonuncusunun yalan olduğunu, Batı Medeniyetini tanımlayan bütün felsefe ve edebiyatın boş olduğunu, medeni ve barbar denen toplumlar arasında bir fark olmadığını, bütün devletlerin hukuksuz olduğunu, adalet ve doğruluk gibi kelimelerin anlamsız olduğunu, kanunların kanunsuz olduğunu, toplumun bir hiçliğe doğru parçalandığını ve hiçbir şeyin öneminin olmadığını gösterir. Ekonomini tımarhane olduğunu; Dünya'nın, Evren'in akıl hastanesi olduğunu, ve en delilerin başta olduğunu gösterir. Nasıl bir insan aklı böylesine bir iğrençliği savunmaya kalkabilir?
Batılı ticari sistem, satıcıların, tüketicileri sömürerek zengin olmasına dayanır. Devletler bu sistemi kurumsallaştırdığında uluslarını intihara sürüklemiş olmaktadırlar. Tarihi gözlemleyen zeki kişiler, Thomas Jefferson'ın söylediklerinin çok haklı olduğunu görebilmektedir: "Tüccarların memleketi yoktur." Evet, tüccarlar buna şiddetle karşı çıkacaktır. Dediklerine kulak asmayın. Sadece, yaptıklarına bakın.
Devletlerinden onları kayıran bir tutum ve hizmet beklerler ama karşılığında vergi vermemek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Memleketleri iflasın eşiğine geldiğinde hiçbir endişe duymazlar. Memleketleri, savaş gibi bunalımlı bir dönemden geçerken, halktan fedakarlıkta bulunması istenir ama tüccarların kâr etmeye devam etmesine izin verilir. John. F. Kennedy "Ülkeniz sizin için ne yapabilir diye sormayın, siz ülkeniz için ne yapabilirsiniz diye sorun" derken şirketlerin Amerikası'ndan bahsetmiyordu. Bu yazıyı okuyan herhangi bir kimse Humvee'leri, robot askerleri, F16'ları yapanların bunları maliyetine vermeyi gerçekten düşüneceğini düşünüyor mu? Bu arada, çocuklarını iğrenç savaşlara göndermeleri istenen ailelerin katlandığı fedakarlık ne kadar da büyük?
Ülkesi için fedakarlık yapmak istemeyen tüccarların ülkesi yok demektir; hiçbir ülkeyi desteklemeyecek, hiçbir ülkeyi savunmayacaktır. Bu insanlara bir ülkenin kontrolü verilirse, bütün kanını emip vücut parçalarını en yüksek fiyatı verene satarlar. Tanınacak bir ceset bile kalmaz. Batı dünyasını tehdit eden terörizm değil, batı medeniyetinin ticaret sistemidir.
--------------
Çevirmenin Notu: Bu yazıyı çevirmek için harcadığım zamandan da anlaşılacağı üzere, yazarın fikirlerine genel olarak katılıp paylaşmaya değer bulsam bile, burada yazılanlar öncelikle yazarın kendi fikridir ve onu bağlar.
Yazarın, mevcut iktisadi sisteme getirdiği eleştiriye katılıyorum. Kâr mekanizmasının yanlışlığı konusunda onunla hemfikiriz. Ancak, kastettiği o olmasa bile üstü kapalı bir biçimde Batı medeniyetini diğer medeniyetlerin önüne koyduğu, ayrıca bütün tüccarları aynı kefeye koyup vatansız ilan ettiği noktada kendisiyle ayrışıyorum.
Tuesday, July 5, 2011
KAPİTALİZMİN SONU - Sosyal Sınırlar
Bu yazı, çevirisini daha önce yaptığım Kapitalizmin Sonu - Jeolojik Sınırlar adlı makalenin devamıdır. Asıl makale çok uzun olduğu için sadece bir bölümü çevrilmiştir. Çeviri ve kısaltma için yazar Alex Knight'tan izin alınmıştır.
SOSYAL SINIRLAR
Büyümenin sosyal sınırları, ekolojik sınırlarla birlikte işlev görür; ama farklı bir kaynaktan beslenir. Sosyal sınırlar derken, toplumların ve bütün olarak insanlığın, kapitalizmin genişlemesi karşısındaki yetersizliği ve isteksizliğini kast ediyoruz. Bu tanım, kapitalizme karşı gösterilen her türlü direnci kapsar.
İnsanların ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalan kapitalizme karşı bir öfkenin oluştuğu açıkça görülmektedir. Ama şimdi daha derine inip soralım: Ekonomik krizde sosyal sınırların rolü nedir?
Bu açıklamayı biraz daha tarihsel bir bağlam içinde ele almak gerekebilir. Afrikalıların sömürgeci efendilerinden kurtulmasından ABD'de güneydeki ayrımcılığın son bulmasına; ABD'nin Vietnam'da yaptığı soykırıma karşı verilen mücadelen yükselen feminist, eşcinsel ve çevreci hareketlere kadar, 1960'lı yıllar ve 70'lerin başı kapitalist düzene karşı verilen protesto ve isyan dalgalarıyla geçmiştir. ABD, Avrupa ve Japonya'daki banker ve şirket yöneticilerinden meydana gelen bir hakim sınıf kuruluşu olan Üçlü Komisyon bu duruma "aşırı demokrasi" adını vermiştir. Bu "aşırı demokrasi"den (artan ekonomik durgunluk ve toplumsal hareketlerin müdahalesinin yanı sıra) kaçınmanın yollarından biri de, sınai üretimin, ücretlerin çok yüksek görüldüğü ABD gibi yerlerden ücretlerin en düşük olduğu Çin gibi yerlere kaydırılmasıydı.
Bu ucuz işçilik üretimde daha fazla kâra yol açtı. Ancak aynı zamanda, tüketimde de bir soruna yol açtı. Sendikalaşmamış sınai işler ülkeyi terk ettiği için ücretler düşmeye başladı. Bu gelir farkını telafi etmek ve tüketim artışını devam ettirmek için, 1970'li yıllardan itibaren, Amerikalı işçilerin kredi kartı, mortgage sistemi ve 401k gibi finansal dolandırıcılıklar aracılığıyla muazzam bir kredi havuzuna erişmesi sağlandı. Ucuz kredilerin bolluğu, ücretler düşerken bile ABD'nin hep daha fazla çerçöp tüketmesine yol açtı. Dünyanın Salı pazarı olmaya devam etti.
Bu arada Çin dünyanın fabrikası durumuna gelerek küresel pazara, özellikle de ABD'ye ucuz ürün pompalamaya başladı. Amerikalılar düşük fiyatlardan dolayı Wal-Mart'lara hücum ederken, Çin devletine de trilyonlarca dolar ABD doları aktı. Bugüne kadar, bu dolarları tekrar ABD hazine bonolarına yatırarak Amerikan ekonomisinin kendini sürdürmesini sağladılar. ABD'ye yatırım yapmamış olsalar, ticaretteki ana partnerleri ABD'nin her gün artan borçları yüzünden sakatlanmasına yol açarlardı.
ABD - Çin ilişkisi küresel ekonominin temelini oluşturdu. Biri, kendi işçilerini bitap düşene kadar sömürerek deli gibi üretim yapmak, diğeri ucuz kredi denizinde yelken açıp deliler gibi tüketmek suretiyle, iki canavar birbirini besledi. Dünyanın ekolojik dengesine verilen zarar gaddarcaydı; ama 1990'larda muazzam kârlar elde edilirken piyasalar büyüdü, ve tarihin sonunun geldiği iddia edildi. Kapitalizme karşı bütün muhalefetin yok olduğu gibi bir hava vardı.
Çin'de, tehlikeli ve zehirli fabrikalarda, karın tokluğuna günde 12 saatlik çalışma koşullarına son vermeye çalışan bir işçi hareketi oluşmaktadır. Komünist Parti'nin resmi sendikalarının dışında örgütlenen Çinli işçiler, ciddi grevler dizisi başlatarak fabrikaları kapattırmıştır. Hükümet, işçilerin maaş artış taleplerini kabul etmek zorunda kalmış, 1990 - 2005 yılları arasındaki ortalama maaş, yarısı 2000 - 2005 yılları arasında olmak üzere %300 artmıştı.
Çin ekonomisi büyümeye devam etse de, ücretlerin artması, Amerikalı, Japon, Avrupalı ya da nereli olursa olsun bu ülkede faaliyet gösteren şirketlerin kârının azalmasına sebep olmuştur. Ücretlerin artması aynı zamanda Çin'deki tüketimin artması, bu da daha az ucuz ihraç malı anlamına da gelir. Çinliler kendi ürettikleri araba ve elektronik eşyaları alabilecek seviyeye geldiğinde, Amerikalılar aynı düşük fiyatları talep edemeyecektir.
Dünya üzerindeki hangi ülkeye bakarsak bakalım, kapitalizme ellerinden gelen her şekilde direnmeye çalışan insanları görürüz. Tarla ve fabrikalarda, okul ve gecekondu mahallelerinde, evlerde ve hapishanelerde özgür olma aruzu yok edilemez; sadece, ertelenebilir veya yönü değiştirilebilir. İnsanoğlu kendi gücünün farkına varıp, kâr için değil kendi çıkarları için mücadele etmeye başladığında sistemin pamuk ipliğine bağlı dünya hakimiyeti bocalamaya başlayacak, ufukta yeni bir dünya belirecektir.
Ekonomik büyüme, bir yandan ekolojik sınırlar, diğer yandan sosyal sınırlarla giderek sıkışmaktadır. Sistem adeta artık nefes alamamaktadır. Ekolojik sınırları ve sosyal sınırları bir arada düşündüğüm zaman, kapitalizmin sonunu bir olasılık olarak değil, kaçınılmaz bir durum olarak görüyorum. Ne gezegen ne de dünya nüfusu bu sistemi daha fazla destekleyemeyecektir. Bir şeyler değişecek. Geriye baktığımızda paradigmanın değişmiş olduğunu ve artık kapitalist olmayan bir dünyada yaşadığımızı söylemek için halen on yılların geçmesi gerekiyor olabilir. Ancak, Kapitalizmin Sonu Teorisi, sınırların bu kadar yaygın ve kalıcı olduğu bir dünyada, ekonomik büyümeye dayalı bir sistemin daha ne kadar devam edebileceğini sormaya cesaret etmektedir.
SOSYAL SINIRLAR
Büyümenin sosyal sınırları, ekolojik sınırlarla birlikte işlev görür; ama farklı bir kaynaktan beslenir. Sosyal sınırlar derken, toplumların ve bütün olarak insanlığın, kapitalizmin genişlemesi karşısındaki yetersizliği ve isteksizliğini kast ediyoruz. Bu tanım, kapitalizme karşı gösterilen her türlü direnci kapsar.
İnsanların ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalan kapitalizme karşı bir öfkenin oluştuğu açıkça görülmektedir. Ama şimdi daha derine inip soralım: Ekonomik krizde sosyal sınırların rolü nedir?
Bu açıklamayı biraz daha tarihsel bir bağlam içinde ele almak gerekebilir. Afrikalıların sömürgeci efendilerinden kurtulmasından ABD'de güneydeki ayrımcılığın son bulmasına; ABD'nin Vietnam'da yaptığı soykırıma karşı verilen mücadelen yükselen feminist, eşcinsel ve çevreci hareketlere kadar, 1960'lı yıllar ve 70'lerin başı kapitalist düzene karşı verilen protesto ve isyan dalgalarıyla geçmiştir. ABD, Avrupa ve Japonya'daki banker ve şirket yöneticilerinden meydana gelen bir hakim sınıf kuruluşu olan Üçlü Komisyon bu duruma "aşırı demokrasi" adını vermiştir. Bu "aşırı demokrasi"den (artan ekonomik durgunluk ve toplumsal hareketlerin müdahalesinin yanı sıra) kaçınmanın yollarından biri de, sınai üretimin, ücretlerin çok yüksek görüldüğü ABD gibi yerlerden ücretlerin en düşük olduğu Çin gibi yerlere kaydırılmasıydı.
Bu ucuz işçilik üretimde daha fazla kâra yol açtı. Ancak aynı zamanda, tüketimde de bir soruna yol açtı. Sendikalaşmamış sınai işler ülkeyi terk ettiği için ücretler düşmeye başladı. Bu gelir farkını telafi etmek ve tüketim artışını devam ettirmek için, 1970'li yıllardan itibaren, Amerikalı işçilerin kredi kartı, mortgage sistemi ve 401k gibi finansal dolandırıcılıklar aracılığıyla muazzam bir kredi havuzuna erişmesi sağlandı. Ucuz kredilerin bolluğu, ücretler düşerken bile ABD'nin hep daha fazla çerçöp tüketmesine yol açtı. Dünyanın Salı pazarı olmaya devam etti.
Bu arada Çin dünyanın fabrikası durumuna gelerek küresel pazara, özellikle de ABD'ye ucuz ürün pompalamaya başladı. Amerikalılar düşük fiyatlardan dolayı Wal-Mart'lara hücum ederken, Çin devletine de trilyonlarca dolar ABD doları aktı. Bugüne kadar, bu dolarları tekrar ABD hazine bonolarına yatırarak Amerikan ekonomisinin kendini sürdürmesini sağladılar. ABD'ye yatırım yapmamış olsalar, ticaretteki ana partnerleri ABD'nin her gün artan borçları yüzünden sakatlanmasına yol açarlardı.
ABD - Çin ilişkisi küresel ekonominin temelini oluşturdu. Biri, kendi işçilerini bitap düşene kadar sömürerek deli gibi üretim yapmak, diğeri ucuz kredi denizinde yelken açıp deliler gibi tüketmek suretiyle, iki canavar birbirini besledi. Dünyanın ekolojik dengesine verilen zarar gaddarcaydı; ama 1990'larda muazzam kârlar elde edilirken piyasalar büyüdü, ve tarihin sonunun geldiği iddia edildi. Kapitalizme karşı bütün muhalefetin yok olduğu gibi bir hava vardı.
Çin'de, tehlikeli ve zehirli fabrikalarda, karın tokluğuna günde 12 saatlik çalışma koşullarına son vermeye çalışan bir işçi hareketi oluşmaktadır. Komünist Parti'nin resmi sendikalarının dışında örgütlenen Çinli işçiler, ciddi grevler dizisi başlatarak fabrikaları kapattırmıştır. Hükümet, işçilerin maaş artış taleplerini kabul etmek zorunda kalmış, 1990 - 2005 yılları arasındaki ortalama maaş, yarısı 2000 - 2005 yılları arasında olmak üzere %300 artmıştı.
Çin ekonomisi büyümeye devam etse de, ücretlerin artması, Amerikalı, Japon, Avrupalı ya da nereli olursa olsun bu ülkede faaliyet gösteren şirketlerin kârının azalmasına sebep olmuştur. Ücretlerin artması aynı zamanda Çin'deki tüketimin artması, bu da daha az ucuz ihraç malı anlamına da gelir. Çinliler kendi ürettikleri araba ve elektronik eşyaları alabilecek seviyeye geldiğinde, Amerikalılar aynı düşük fiyatları talep edemeyecektir.
Dünya üzerindeki hangi ülkeye bakarsak bakalım, kapitalizme ellerinden gelen her şekilde direnmeye çalışan insanları görürüz. Tarla ve fabrikalarda, okul ve gecekondu mahallelerinde, evlerde ve hapishanelerde özgür olma aruzu yok edilemez; sadece, ertelenebilir veya yönü değiştirilebilir. İnsanoğlu kendi gücünün farkına varıp, kâr için değil kendi çıkarları için mücadele etmeye başladığında sistemin pamuk ipliğine bağlı dünya hakimiyeti bocalamaya başlayacak, ufukta yeni bir dünya belirecektir.
Ekonomik büyüme, bir yandan ekolojik sınırlar, diğer yandan sosyal sınırlarla giderek sıkışmaktadır. Sistem adeta artık nefes alamamaktadır. Ekolojik sınırları ve sosyal sınırları bir arada düşündüğüm zaman, kapitalizmin sonunu bir olasılık olarak değil, kaçınılmaz bir durum olarak görüyorum. Ne gezegen ne de dünya nüfusu bu sistemi daha fazla destekleyemeyecektir. Bir şeyler değişecek. Geriye baktığımızda paradigmanın değişmiş olduğunu ve artık kapitalist olmayan bir dünyada yaşadığımızı söylemek için halen on yılların geçmesi gerekiyor olabilir. Ancak, Kapitalizmin Sonu Teorisi, sınırların bu kadar yaygın ve kalıcı olduğu bir dünyada, ekonomik büyümeye dayalı bir sistemin daha ne kadar devam edebileceğini sormaya cesaret etmektedir.
Monday, July 4, 2011
KAPİTALİZMİN SONU - JEOLOJİK SINIRLAR
Bu yazı, www.countercurrents.org ve www.endofcapitalism.com sitelerinde yayımlanan, olan The End Of Capitalism? adlı yazı dizisinin ikinci kısmının çevirisidir. Orijinal yazı çok uzun olduğu için sadece bir bölümü çevrilmiştir. Çeviri için her iki siteden ve makalenin yazarı Alex Knight'tan izin alınmıştır.
Alex Knight, Kapitalizmin Sonu Teorisini savunanlardan biridir. Küresel kapitalizmin sona ermek üzere olduğunu ve kapitalist olmayan bir geleceğin yolda olduğunu söylemektedir. Lehigh Üniversite’sinden Elektrik Mühendisliği Lisans, ve Siyasal Bilimler Mastır programlarını bitiren yazar, şu anda Philedalphia’da yaşamaktadır. 2007’den itibaren www.endofcapitalism.com sitesinin editörlüğünü yapmaktadır.
KAPİTALİZMİN SONU
Zamanımızı, Wall St. dilini öğrenip ekonomik krizi bankerlerin ve kapitalistlerin bakış açısıyla anlamaya çalışarak harcamak yerine, kendi referans noktamızı oluşturup yüzeyde görünenin altını araştırdığımız takdirde krizin kökenlerini anlamak konusunda daha fazla yol kat etmiş oluruz.
Kapitalizmin sonunu anlamak için sistemin nerede başladığını bilmeliyiz. Kapitalizm, 500 yıl boyunca gezegende bir kanser gibi yayıldı. İlk olarak Batı Avrupa’da, “mülk” kavramıyla yerlerinden edilen köylülerin ve çiftçilerin sırtında oluştu. Bu mülkler, zorla özelleştirilmiş topraklardı. Önceleri paylaşılan ve ortak kabul edilen tarlalar çitle çevrilmişti. Devlet, bu sürecin uygulayıcısı olmuş, fakir halkı evlerinden ve geleneksel olarak ortak kabul edilen topraklarından kovmuştu. Toprak, büyük ölçekli çiftçilik ve hayvancılık yapabilmek için küçük çiftçilerin elinden alınmıştı.
Aynı dönemde, Avrupalı devletler milyonlarca Afrikalıyı köleleştirmeye, Kuzey ve Güney Amerika yerlilerine soykırım uygulamaya başladı. Artık, bu iki “yeni” kıta, köleleştirilmiş iş gücüyle sonuna kasar sömürülebilir, Avrupa’da yükselmeye başlayan kapitalist elit sınıfa muazzam bir servet aktarabilirdi. Teni renkli insanlara uygulanan bu vahşet, kapitalizmin bütün gezegene yayılmasına aracı oldu. Buna bir de, yüz binlerce kadının diri diri yakılmasına ve işkence görmesine sebep olan cadı avı eklendi.
Silvia Federici tarafından yazılan Caliban and the Witch: Women, The Body, and Primitive Accumulation adlı kitap, kilise ve devletin, evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak, zina yapmak, kürtaj veya bebeğini düşürmek gibi eylemlerde bulunan cinsellik açısından asi kadınlara, cadı avını kullanarak nasıl zulmettiğini anlatır. Ayrıca ebe, şifacı ve falcı gibi köylü toplumlarda saygı gören kadınları da hedef almışlardı. Yazar bu kitapta, cadı avının sona erdiği 17. yüzyıla gelindiğinde kadınların toplumdaki rolünün çoktan yeni işçiler üretmeye veya ücretsiz ev işçiliğine indirgendiğini anlatır. Federici, bunların tam da yeni kapitalist sistemin kadınlardan istediği rol olduğunu iddia eder; çünkü kadınların karşılığı verilmeyen emekleri, tıpkı Afrikalı kölelerin karşılığı verilmeyen emekleri gibi kapitalist kârlılığa tavan yaptırmıştır. Kadınları, ev kadını ve anne olarak eve mahkum etmek, toplumun devam etmesi için şart olarak emeklerinin değerinin hiçbir zaman verilmemesi anlamına geliyordu.
Kadınlar son elli yılda bu paradigmayı yıkarak özellikle Kuzey Yarım Küre'de büyük kazanımlar elde etmiştir. Ancak Güney Yarım Küre'de kadınların durumu, kapitalizmin nüfuz etmesiyle birlikte daha da kötüye gitmiştir.
Federici’nin çalışması, kapitalizmin, en iyi şekilde devlet müdahalesi olmadan işleyeceği gibi muhafazakar kapitalist iddialara, ayrıca Marksizm’in kapitalizmin, kapitalizm öncesi sürecin doğal devamı olduğuna dair lineer tarih söylemine karşı gelmektedir. Tam tersine, Federici cadı avı örneğini vererek, kapitalizmin her zaman için devletin uyguladığı şiddete güvendiğini ortaya koymuştur. Kapitalizm öncesi toplumların da ideal veya özgür olmadığını çok kesin bir şekilde vurgulamakla birlikte, çıkardığı asıl ders, kapitalizmin hayatın kendisine düşman olduğu, ve yayılmasıyla birlikte hepimizin üzerinde çok olumsuz etkileri olduğudur.
Alex Knight, Kapitalizmin Sonu Teorisini savunanlardan biridir. Küresel kapitalizmin sona ermek üzere olduğunu ve kapitalist olmayan bir geleceğin yolda olduğunu söylemektedir. Lehigh Üniversite’sinden Elektrik Mühendisliği Lisans, ve Siyasal Bilimler Mastır programlarını bitiren yazar, şu anda Philedalphia’da yaşamaktadır. 2007’den itibaren www.endofcapitalism.com sitesinin editörlüğünü yapmaktadır.
KAPİTALİZMİN SONU
Zamanımızı, Wall St. dilini öğrenip ekonomik krizi bankerlerin ve kapitalistlerin bakış açısıyla anlamaya çalışarak harcamak yerine, kendi referans noktamızı oluşturup yüzeyde görünenin altını araştırdığımız takdirde krizin kökenlerini anlamak konusunda daha fazla yol kat etmiş oluruz.
Kapitalizmin sonunu anlamak için sistemin nerede başladığını bilmeliyiz. Kapitalizm, 500 yıl boyunca gezegende bir kanser gibi yayıldı. İlk olarak Batı Avrupa’da, “mülk” kavramıyla yerlerinden edilen köylülerin ve çiftçilerin sırtında oluştu. Bu mülkler, zorla özelleştirilmiş topraklardı. Önceleri paylaşılan ve ortak kabul edilen tarlalar çitle çevrilmişti. Devlet, bu sürecin uygulayıcısı olmuş, fakir halkı evlerinden ve geleneksel olarak ortak kabul edilen topraklarından kovmuştu. Toprak, büyük ölçekli çiftçilik ve hayvancılık yapabilmek için küçük çiftçilerin elinden alınmıştı.
Aynı dönemde, Avrupalı devletler milyonlarca Afrikalıyı köleleştirmeye, Kuzey ve Güney Amerika yerlilerine soykırım uygulamaya başladı. Artık, bu iki “yeni” kıta, köleleştirilmiş iş gücüyle sonuna kasar sömürülebilir, Avrupa’da yükselmeye başlayan kapitalist elit sınıfa muazzam bir servet aktarabilirdi. Teni renkli insanlara uygulanan bu vahşet, kapitalizmin bütün gezegene yayılmasına aracı oldu. Buna bir de, yüz binlerce kadının diri diri yakılmasına ve işkence görmesine sebep olan cadı avı eklendi.
Silvia Federici tarafından yazılan Caliban and the Witch: Women, The Body, and Primitive Accumulation adlı kitap, kilise ve devletin, evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak, zina yapmak, kürtaj veya bebeğini düşürmek gibi eylemlerde bulunan cinsellik açısından asi kadınlara, cadı avını kullanarak nasıl zulmettiğini anlatır. Ayrıca ebe, şifacı ve falcı gibi köylü toplumlarda saygı gören kadınları da hedef almışlardı. Yazar bu kitapta, cadı avının sona erdiği 17. yüzyıla gelindiğinde kadınların toplumdaki rolünün çoktan yeni işçiler üretmeye veya ücretsiz ev işçiliğine indirgendiğini anlatır. Federici, bunların tam da yeni kapitalist sistemin kadınlardan istediği rol olduğunu iddia eder; çünkü kadınların karşılığı verilmeyen emekleri, tıpkı Afrikalı kölelerin karşılığı verilmeyen emekleri gibi kapitalist kârlılığa tavan yaptırmıştır. Kadınları, ev kadını ve anne olarak eve mahkum etmek, toplumun devam etmesi için şart olarak emeklerinin değerinin hiçbir zaman verilmemesi anlamına geliyordu.
Kadınlar son elli yılda bu paradigmayı yıkarak özellikle Kuzey Yarım Küre'de büyük kazanımlar elde etmiştir. Ancak Güney Yarım Küre'de kadınların durumu, kapitalizmin nüfuz etmesiyle birlikte daha da kötüye gitmiştir.
Federici’nin çalışması, kapitalizmin, en iyi şekilde devlet müdahalesi olmadan işleyeceği gibi muhafazakar kapitalist iddialara, ayrıca Marksizm’in kapitalizmin, kapitalizm öncesi sürecin doğal devamı olduğuna dair lineer tarih söylemine karşı gelmektedir. Tam tersine, Federici cadı avı örneğini vererek, kapitalizmin her zaman için devletin uyguladığı şiddete güvendiğini ortaya koymuştur. Kapitalizm öncesi toplumların da ideal veya özgür olmadığını çok kesin bir şekilde vurgulamakla birlikte, çıkardığı asıl ders, kapitalizmin hayatın kendisine düşman olduğu, ve yayılmasıyla birlikte hepimizin üzerinde çok olumsuz etkileri olduğudur.
Subscribe to:
Posts (Atom)