Bu yazı, www.countercurrents.org sitesinde yer alan Robert Riversong imzalı The Thermodynamics Of An Intelligent Living Universe adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için site yönetiminden izin alınmıştır.
Evrenin neden var olduğunu, bir amacının olup olmadığını ve varsa bu
amacın ne olduğunu, ondan önce bir "şeyin" olup olmadığını, fiziksel
uzayın ötesinde bir İlahi İrade veya Kozmik Zeka olup olmadığını
bilemeyiz; muhtemelen de hiç bilemeyeceğiz. Ama bildiğimiz bazı şeyler
var.
Evrendeki "büyük patlamanın" 13,7 milyar yıl önce gerçekleştiğini
biliyoruz (ancak bu, başka bir evrenin sıkışma sonrası geri tepmesi
olabilir). Bildiğimiz anlamdaki yaşamın, en azından yerel olarak, bu
sürenin yaklaşık üçte birinde var olduğunu biliyoruz. Bunu biraz
düşünün. Biz (yaşam kendini yenilediği için asli anlamda "biz") fiziksel
evrenin üçte biri yaşındayız. Şimdiye kadar çoktan olgunlaştığımızı
düşünebilirsiniz.
Keşfettiğimiz (ya da icat ettiğimiz) doğa "kanunları" içerisinde en evrensel olanı Termodinamiğin İkinci Yasasıymış
gibi görünüyor: Bütün enerji sistemleri geri döndürülemez ve
değiştirilemez bir şekilde maksimum entropiye (moleküler kaos) doğru yol
alır. Yani, evren çözülmektedir. Hatta, bizdeki zaman algısını
sağlayan, maddenin düzenden düzensizliğe doğru olan tek yönlü akışıdır.
Bu, evrenin sonsuz karmaşıklığını fazlasıyla basite indirgemek gibi
görünse bile, bilimsel çalışmaların özü, karmaşık süreçlerini yöneten
basit yasaları bulmaktır. Dünyanın en büyük harikalarından bazılarını
yaratmış olan sanatçı ve mucit Leonardo da Vinci, en büyük karmaşıklığın
basitlik olduğuna inanırdı. Akıl almaz derecede karmaşık teoriler
üzerinde kafa yoran Albert Einstein da bize, "Her şeyi mümkün olduğu
kadar basit yapın ama daha basit yapmayın." der.
Isı, enerji, hareket ve güç bilimi olan termodinamik, Otto von Guericke'nin
1650'de, Aristo'nun uzun zamandır kabul gören "Doğa, vakumdan nefret
eder" önermesini çürütmek için yaptığı dünyanın ilk vakum pompası ile
basit bir şekilde başladı.
Aslında ikisi de haklıydı. Evet, -düzen kurmak ve devam ettirmek için-
entropiye doğru akışı yerel ve geçici olarak tersine çevirecek zekaya ve
termodinamik yeteneğe sahibiz. Ama daha genel anlamda, doğal şeyler
vakumdan nefret eder. Alice'e sorun.
Günümüz kozmolojisi (sicim teorisi
ve döngüsel kuantum yerçekimi gibi ezoterik yapıları saymazsak),
evrenin (belki de tek evrenin) hiçlikten başlayıp uzay ve zaman olarak
genişlediğini, bu sırada da yoğunlaşarak maddi dünyamızı oluşturan her
şeyi meydana getirdiğini ileri sürmektedir.
Bu, tahmin edeceğiniz üzere son derece enerjik bir süreçtir. Başlangıç
hareketinden sonra yaklaşık olarak saniyenin milyonda biri süre boyumca
evrenin sıcaklığı 60 trilyon santigrat dereceydi. 300.000 yaşına
geldiğinde, evrenimiz 100.000 dereceye kadar soğumuştu (bizim güneşimiz
5.500 derece). İlk bir milyar yılın sonunda, -200 dereceye düşecek
kadar yayılmıştı. Bu sabah, evrenimiz -270 dereceyi gösteriyordu. Yani mutlak sıfırın sadece 3 derece üstünde. Bu da, çok soğuk demektir.
Ancak, termodinamiğin ilk yasasından bildiğimiz üzere enerji yaratılamaz
ve yok edilemez (en azından bizim evrenimiz içerisinde); yani büyük
patlamada açığa çıkan ısı, ne kadar dağılmış olursa olsun hâlâ duruyor
demektir. Başlangıç anından itibaren, evren yoğunlaşmış enerjiyi, daha
az yoğun biçimlere doğru dağıtmaktadır. Bu sürece entropi denmektedir.
Entropi aynı zamanda herhangi bir andaki, ya da herhangi bir
termodinamik sistem tarafından yaratılmış olan kaos veya dağılma
miktarının ölçüsüdür.
Hem Herakles'e (M.Ö. 500 yılında "Aynı nehirde iki kere yüzemezsiniz."
demiştir) hem de çoğumuza göre, her şey akışkandır: Evren dinamik bir
devinimdir ve hiçbir şey aynı kalmaz. Bu aynı zamanda, biz zeki
primatların normal öznel tecrübesidir.
Daha basit şekilde, yaratıcı zeka (başka pek çok şeyin yanı sıra jeodezik kubbenin mucidi) Buckminster Fuller'in ünlü lafındaki gibi, bir fiildir.
Hatta, yaşamın kontrollü bir yanma, bir enerji akış yolu, açık bir
termodinamik sistem olduğunu söylersek doğru olur. Tamam, bazı terimleri
açıklayalım. Termodinamik teoride üç enerji akış sistemi vardır: hiçbir
şeyin girip çıkamadığı izole (teorik) sistemler; dışarıdan gelen
enerjiye açık olan kapalı sistemler; ve dinamiklerini beslemek için
dışarıdan hem enerji hem de maddeyle beslenen açık sistemler.
Yaşayan organizma olarak bizler (bütün bitki ve hayvan kuzenlerimizle
birlikte), varlığımızı sürdürmek, büyümek, üremek, ayrıca sanat, şarkı,
dans, boş vakit etkinlikleri gibi "fasarya" işler için dışarıdan
aldığımız yiyeceklerden ve yakıtlardan (madde ve enerji) faydalanırız.
Evrenin doğası ileri seviyede organize olmuş veya yoğun durumda bulunan
biçimden kaotik forma doğru akmaksa eğer, bizler (ve diğer tüm canlılar)
nasıl oluyor da bunca zaman sonra hâlâ ileri derecede organize
(karmaşık) ve istikrarlı kalabiliyoruz (diye sorabilirsiniz)? Yaşamın,
evrendeki tek entropi karşıtı eğilim olduğunu, he nasılsa,
termodinamiğin ikinci yasasını ihlal ettiğimizi, bütün bilimsel
prensipler içerisinde en evrensel olanından muaf olduğumuzu ileri
sürenler çıktı. Öyle değil.
Yaşam bir fiildir. Yaşam, dengeyi tekrar sağlamak için yapılan en etkili
işlemdir. Biz de akıntıyla sürükleniyoruz; ama çok yaratıcı bir
biçimde. İkinci yasa, enerjinin entropiye doğru küçülme gerekliliği
şartsa, ve bu yasa, enerji parçacıklarına doğru en küçük ortak paydaya
(yani dengeye) kadar küçülen sürekli bir hareketi gerektiriyorsa ,
evrenin kaos yaratma sürecini hızlandırmak için akıllı yöntemler
geliştirmesi mantıklı olmaz mı? Bildiniz, siz osunuz işte.
Tüm bunların yanı sıra, ezoterik doğu felsefesini popülerleştiren ilk kişi olan Alan Watts, 1966'da yazdığı The Book: On the Taboo Against Knowing Who You Are
adlı kitabında, evrenin kendi kendiyle saklambaç oynayan bir Kozmik
Bilinç olduğunu, içindeki bütün canlı ve cansız varlıklara dönüşerek
kendi kendinden saklandığını ve gerçekte ne olduğunu unuttuğunu; bunun
da, hepimizin aslında onun bir parçası olduğumuz ve kendimizi "deriden
bir çanta içindeki ego" olarak algılamamızın sadece bir masal olduğu
neticesini doğurduğunu; farklı şeyler olarak algıladığımız varlıkların
bütün içindeki süreçler olduğunu belirtir. İlginç bir şekilde, bu
egzotik felsefi bakış açısı, biyofiziksel bilimlerde geniş çaplı kabul
gören ve DNA dizilimimizin "deri çantamızın" dışındaki çevresel
etkenlere bağlı olduğunu öne süren Gaia teorisinin
ve vücudumuza kimyasal enerji sağlayan mitokondrimizin, insanlara ait
olmayan bir bakteri olduğunu söyleyen evrimsel biyolojinin özünü
oluşturmaktadır. Bizi oluşturan sadece içimiz değil, çevremizdir de.
Karasal mevcudiyetin ilk günlerinden itibaren, dünya kendisini
okyanuslarla kaplayıp üzerini atmosferle sarmaladıktan sonra, kendi
etrafındaki düzensizliği ironik bir şekilde hızlandıran sonsuza yakın
çeşitlilikte yerel düzenlemeler görülmüştür. Bu oto-katalitik (yani
kendi kendini oluşturan, kendi kendini devam ettiren) süreçler arasında
girdaplar, siklonlar, atmosferdeki ve okyanustaki akıntılar da
bulunmaktadır. Nerdeyse sihirli bir şekilde kendiliğinden meydana gelip,
saniyelerce ya da ilelebet hayatta kalabilmektedirler. Bunların ilk
yaşam biçimleri olduğu bile söylenebilir. Tek farkları, üremeyi
öğrenemedikleri için çevresel koşulların değişmesi durumunda ölüme karşı
savunmasız olmalarıdır. Bir atmosfer olayı olan siklonlar, basınç
kaynaklı enerjinin, gezegenin dönmesi dolayısıyla meydana gelen Coriolis kuvvetinin
çevirdiği ısıyayımlı cereyanı, nispeten uzun ömürlü, çok güçlü ve
düzenli enerji hareketine dönüştürmesiyle oluşur. Bu, yolu üzerindeki
her şeyi yıkan bir kuvvet olarak görülebilir ama aslında, evrenin,
enerji değişimini azaltmasıdır sadece.
Enerjinin bir iş yapabilmesi için mühendislerin ekserji
dedikleri, çok iyi düzenlenmiş ve yoğunlaşmış enerji olması gerekir.
Ekserji, faydalanılabilir bir iş yapamayan düzensiz enerji olan
entropinin tam tersidir. Bir siklondaki barometrik basınç olsun, suyun
bir değirmene dökülmesini sağlayan yerçekimi olsun, bir türbini döndüren
rüzgarın momentumu olsun, elektrikli veya patlamalı motorların
sıcaklığı olsun, buharlı makinelerdeki gibi izotropik (eş yönlü) basın.
olsun, veya bir motoru döndüren akımdaki voltaj olsun, ekserji, enerji
farklarının yoğunluğu olarak ölçülebilir. Ekserji ayrıca, besinleri ve
atıkları hücre içinde taşıyan ozmotik enerjide de, yerdeki suyu 50
metrelik servi ağacının yapraklarına taşıyarak terlemeyi sağlayan kılcal
enerjide de görülür. Bu terleme gökyüzündeki nemi oluşturur, bu nem de
yüzeydeki gerilim ve yerçekiminin etkisiyle damlaya dönüşüp toprağa
düşer. Sonra, kimyasal difüzyon enerjisiyle ve elektro-kimyasal iyon
yükü enerjisiyle taşları minerallere ayrıştırarak toprağa dönüştürür, o
da, devasa servilere dönüşen tohumları besler. Böylece döngü başlar.
Enerji ve maddenin (Einstein'e göre ikisi aynı) kaosa doğru çözülme
zorunluluğu, yavaş yavaş ve kaçınılmaz olarak bu enerjik yapı ya da
süreçlerin ardındaki itici gücün, servi ağacı gibi daha uzun ömürlü ve
etkili enerji seyrelten varlıklara dönüşmesine yol açtı. Gerçekten de,
ağaçlar ve içinde bulundukları ormanlar dünya üzerindeki en etkili
enerji seyrelten varlıklardır. Ekvator yağmur ormanları, çok serin
yerlerdir.
Termodinamik açıdan, dünyadaki hayatın amacı, güneş sistemimizdeki en
güçlü enerji farkını azaltmaktır: neredeyse 5500 derecelik güneş ve
neredeyse mutlak sıfır derecedeki uzay. İçinde yaşam, ve oksijen üreten
organizmaların sağladığı atmosfer olmasaydı, Dünya adını verdiğimiz
gezegen çok sıcak bir kaya parçasından ibaret olurdu; ve güneş
enerjisini uzayda dağıtmaya dayalı entropi görevini yerine getiremezdi.
Ancak talihimize, Dünya, göktaşlarından buz toplayacak, basit hücresel
yaşamın oluşması için gereken şartları bir araya getirecek, oksijen dolu
atmosferini güneşin gücünün bir kısmını filtreleyecek bulutlar ve ozon
tabakasıyla kaplayacak, canlı sistemleri yavaş yavaş, sonradan ayrı
varlıklar haline gelecek olan çok hücreli komünlere dönüştürecek, sonra
bu komün varlıkları, toprakla havayı, yeraltı sularıyla atmosferi
birleştiren fotosentezci bitkilerle ve sonra bu bitkileri sindirebilen,
gittikleri verimli topraklara meyvelerini taşıyabilen mahlukatla
çeşitlendirecek, sonra da sonsuz yaşam - ölüm döngüsü içerisinde
maddenin akışını sağlayan ayrıştırıcı ve geri dönüşümcü organizmalar
yaratacak kadar akıllıydı. Çok zeki bir Gaia.
Evrim sürecine bakarsak, süreğen bir şekilde devam eden ama periyodik
olarak kesintiye uğrayan, giderek artan bir organizasyon, giderek artan
bir karmaşıklık, giderek artan çeşitlilik, giderek artan bireyselleşme
ve bunun yanında giderek artan iletişim ağları ve karşılıklı bağımlılık,
giderek artan zeki, kendi kendini takviye eden, kendi kendini çoğaltan
ve kalıcı enerji ve madde, girdap gibi döngüye giren ve kaos üreten
termodinamik süreçler yani varlıklar, cıvık mantarlar, bakteriler,
yosunlar, bitkiler, hayvanlar, insanlar, toplumlar, ekonomiler,
ekolojiler, ve dünya çapında bilgi değiş-tokuş ağı görürüz. Joe, Jack ve
Fido gibi isimleri olan tüm bunların hepsinin ve her birinin işlevi,
yerel, sınırları olan düşük entropili olaylar yaratarak ekserjiyi
entropiye indirgemektir.
Sadece fiil olmakla kalmıyoruz, ayrıca, enerji "altınını" harcanmış ısı
"cürufuna" dönüştüren bir simya kullanarak çevresine kaos ihraç etmek
maksadıyla, işi, sınırları olan düzeni korumak olan geçişli fiilleriz
biz.
Bu, meleklerin bir basamak altındaki "son derecede gelişmiş" Homo
Sapienler için (kibirimiz bizi her zaman yukarıya taşımıştır) pek de
uygun bir iş tanımıymış gibi durmayabilir. Ancak, iş tanımı bundan
biraz daha fazlasını gerektiriyor. Maalesef bunu hep yanlış yorumladık.
Embriyo gelişimini, bir bebeğin büyüyüp önce çocuk sonra yetişkin
olmasını incelersek, veya öncü türlerden ormanlara kadar bir ekosistemin
ontolojisini araştırırsak, ya da uzun ömürlü türlere dönüşen yeni
adaptasyonların evrimini ele alırsak, hızla büyüyen, çabucak genişleyen,
enerjiyi yiyip bitiren varlıklardan, düşük enerji ve materyal
tüketimiyle en fazla enerji azaltımı arasındaki optimum dengeyi
tutturmuş olan, enerjiyi çok daha etkin kullanan ve istikrarlı yapılara
geçiş olduğunu keşfederiz. Bu tip türlere ve ekosistemlere "olgun"
deriz. Bunun en iyi örneği tropik yağmur ormanlarıdır. Bu tip
insanları, toplumları ve ekonomileri de "olgun" kabul ederiz. Yerli
avcı-toplayıcı kültürler bunun en büyük örneğiydi, ne var ki modern
insan dünyasında böyle örneklere artık yer yok.
Olgun ve istikrarlı ekolojik sistemlerle ilgili fark ettiğimiz bir başka
husus da, ister bireysel organizmalar olsun, ister orman ekolojileri,
çevresel baskı altındayken, belki daha hiyerarşik ama daha az etkin,
daha az çeşitlilik içeren ve kaynakların ve enerjinin daha fazla
"sızıntı" yaptığı, daha ilkel biçim ve organizasyonlara doğru ters
evrimleştikleridir. Aynı şey insan adını verdiğimiz organizmalar ve
insan toplumları için de geçerlidir. Ancak, insan kültüründe baskı,
fiziksel ya da biyolojik olabileceği gibi, psikolojik de olabilir.
Okulda bize tarih öğretirlerken, zaman çizelgesi, ilk medeniyetle,
dünyanın yüzünü ve insanın dünyayla olan ilişkisini değiştiren tarım
"devrimiyle" başlatılır. Gayet iyi anlaşır sebeplerden dolayı (zira
kültürümüz şu anda, tam da yaşamamız gerektiği gibi yaşadığımıza
inanmaktadır) , Homo Habilisin yeryüzünde yürümeye başlamasından
itibaren, bir tür olarak varlığımızın %99'unu, olgun bir termodinamik
süreç dahilinde, daha geniş kapsamlı bir enerji dağıtma sistemi olan
orman ekosisteminin bir parçası olarak geçirdiğimizi görmezden
geliyoruz. Kâr üretmeye başladığımız andan itibaren
(tüketebileceğimizden daha fazla yiyecek serveti), önce kendi ekolojik
konumumuz içindeki öncü tür olarak, sonra da küresel çapta istilacı tür
olarak yayılmaya, bu arada da çevremizi ormansızlaştırma, çoraklaştırma
ve yerel türleri yok etme gibi yollarla kalıcı olarak değiştirmeye
başladık.
Gaia'nın karbon dengesini sağlamak ve küresel sıcaklığı muhafaza etmek
için dikkatli bir şekilde yerin altına gömdüğü fosil yakıtlardan
yararlanmayı öğrendiği andan itibaren, bizim görünüşteki zeki türümüz,
gezegenin geri kalanının soğurup geri dönüştürebileceğinden çok daha
fazla entropik atığı(kirlilik) ihraç ederek(bu arada biyolojik olarak
geri dönüştürülemeyen tonlarca petro-kimyasal atık var), gezegenimizi
küresel çapta değiştirmiştir. Doğal kaynakları faydalanmak ve doğal
ihtiyaçlar yerine yapay istekleri tatmin etmek için tüketim malına
dönüştürmekle, uzun zamandır istikrarını koruyan eko sistemlerin, artık
biyolojik çeşitliliği devam ettiremeyecekleri seviyeye gelene kadar
temelini sarstık. Bunu yaparak da altıncı büyük, ve dünya tarihindeki
ilk sadece bir türün (zeki olduğu iddiasındaki) sebep olduğu soy
tükenmesini başlatmış olduk. Gaia'nın yer altına gömdüğü karbonu
atmosfere salarak, dünyanın iklimini, eski haline gelmesi milyonlarca
yıl sürecek şekilde, kesinlikle daha sıcak bir seviyeye çıkarttık. Daha
önce soy tükenmesi "düzensizliklerinden" yola çıkacak olursak, Gaia'nın
bizim hızlandırılmış entropi üretimimizi, her yere yayılmış kirliliği ve
biyolojik çeşitlilikte emsali görülmemiş bir azalmayı düzeltmesi 20 -50
milyon yıl kadar sürecektir
Bu, zeki ve olgun türlerin yapacağı bir iş değil. Bu, bir çocuk ya da
ergenin bencil, kendi egosunu tatmin etmeye yönelik olarak yapacağı bir
harekettir. Yani, zirai devrimle komşu olan ve sınai devrimle üstel
olarak azgınlaşan bir baskı kaynağı, türlerin daha ilkel organizasyon ve
davranış biçimine doğru gerilemesine sebep olmuştur. Bu gerilemeyi
durdurmayı ve tersine çevirmeyi zorlaştıran şeyse, bütün küstahlığımız
ve kibirimizle, buna gelişim adını verip daha olgun Homo Sapien
kültürlerine "ilkel" ve "vahşi" dememizdir.
Tarımsal devrimle birlikte fiziksel ve kültürel çevremizde değişen
şeylerden biri de "kâr" kavramıyla tanışmamız oldu. Bütün canlı
organizmalar ve ekosistemler enerjiyi vücuttaki karbonhidrat ve yağ
olarak, veya yemiş ve tohum zulası olarak, ya da ormanların ve
okyanusların tabanında çok uzun zaman içerisinde biriken humus ve
biyokütle olarak saklarken, bunu her zaman için günlük ve mevsimsel
dengeleri muhafaza edecek şekilde yapmış, sağlıklı ve olgun bir
ekolojinin geri dönüşüm kapasitesini aşmamıştır. Bu ekolojik zorunluluk,
Kızılderililerin sadece ihtiyaçları olduğu kadarını aldıkları, bireysel
ve toplumsal bir karar alırken sonraki yedi nesli de gözettikleri
felsefelerine benzemektedir.
Fosil yakıt biçimindeki "antik gün ışığının" kullanılması sayesinde
maddi "servetin" emsali görülmemiş bir şekilde büyümesi ve modern
ekonominin basit ihtiyaçlar yerine sadede kâra odaklanmasıyla birlikte,
insanlık küresel ölçekte, son derece hiyerarşik, eşitlikçi olamayan,
ekolojiyi yok eden, ve dünyayı kendi zaman algısı içersinde muhtemelen
sonsuza kadar sürecek şekilde ciddi anlamda değiştiren bir türe
gerilemiştir. Kendi ilkel gerilememizi, gerçek ilerici ve aydınlanmış
gelişim zannettiğimiz gibi, güçlü kültürel baskı kaynaklarını da kişisel
ve toplumsal çıkarımız zannediyoruz. Bu baskı kaynaklarının başında,
özellikle şehirlerdeki aşırı kalabalıklaşma, temel kaynakların
adaletsizce dağıtılması, temel olmayan servetin daha da adaletsizce
dağıtılması, ve kültürün tetiklediği, genellikle biyo-kültürel
ihtiyaçlarımıza ters düşen hiçbir zaman tatmin olmayan arzularımız
gelmektedir. Bunun sonucu, bu makalenin başında bahsedilen evrimsel
sürecin en sonundaki insanımsıdır.
Termodinamik açıdan, bilinçli ve bilinçsiz tercihlerimizle, işlevini
kaybetmiş ve gerileyen bir insan ekolojisi yarattık. Kendi "atık"
maddesi oksijenle bir yandan dünyayı kalıcı olarak değiştirirken bir
yandan da kendi kendini zehirleyen anaerobik siyanobakteriler gibi, insanlar da kendi ürettikleri aşırı atıkla kendi kendilerini (ve milyonlarca başka türü) zehirliyor.
Tabii asıl görevimizin ne olabileceğini bilmiyoruz ve bilemeyiz. Bir
bilim-kurgu yazarı, çok uzun zaman önce dünyaya düşen bir uzay
gemisindeki uzaylıların, evrimleşip akıllı varlıklara dönüştükten sonra
uzun ömürlü uzaylıların evlerine dönmesini sağlamak maksadıyla uzay
gemisi için gereken parçaları yapmak üzere dünyaya yaşam tohumu
serptiğini yazmıştı. Belki de öyledir.
Ya da belki, kuantum fizikçisi Erwin Schrödinger'ın çığır açan eseri "Yaşam Nedir"in
sonsözünde, vücudun, doğanın determinist kanunlarına göre hareket eden
bir mekanizma olduğu görüşüyle iradeli kontrolle elde edilen inkar
edilemez tecrübeyi uzlaştırmak için yazdığı gibidir. Şöyle yazmıştı: "Bu
iki gerçekten yapılacak tek çıkarım, bence, benim... atomun
hareketlerini doğa kanunları içinde kontrol ettiğimdir. Yani ben
Tanrıyım."
Bu görüş, Alan Watt'ın, o değilmiş gibi yapan o olduğumuz görüşüyle
uyuşmaktadır. Bilinmeyenlerle dolu evrende, evrenin dağılmış ve
bireyselleşmiş hali olabiliriz. Ne var ki, insanlığın son zamanlarda
yaptıkları Tanrı olmakla ya da evrenin kendisi olmakla pek de
uyuşmamaktadır. Belki de artık yaşımızın gereği gibi (3,5 milyar yıllık
yaşam ve 2,4 milyar yıllık insanlık) davranmamızın ve termodinamiğin
ikinci kanunu çerçevesinde optimum dengede yaşamayı bir kere daha
öğrenmemizin vakti gelmiştir.
----------
----------
Makalenin yazarı Robert Riversong
süper izole edilmiş güneş enerjili evlerin tasarımcısı ve müteahhidi,
sürdürülebilir tasarım öğretmeni, doğa rehberi, dönüm noktası kılavuzu,
ve doğmak için mücadele eden yeni dünyanın ebesidir.
NOT1:
Bu çeviriyi yapmak için harcadığım zamandan da anlaşılacağı üzere,
yazarın fikirlerine genel olarak katılsam da, bunların birebir benim
fikirlerimi yansıttığı iddia edilemez. Burada yazılanlar öncelikle
yazarı bağlar.
NOT2: Bu makalede anılan bilim dallarına hakim olmadığım için bazı
terimlerin çevirisinde hata yapmış olabilirim. Benden daha bilgili
arkadaşlar düzeltirse memnun olurum.
NOT3: Linkler bana aittir. Çeviriyi yaparken konuyu daha
iyi anlamak için okuduğum başka yazıları, belki meraklısı çıkar diye
paylaşmak istedim.
No comments:
Post a Comment